Monday, October 23, 2017

Tek Boyutlu Mutluluk…



Uzun bir aradan sonra, ilk blog yazım. Bu yazının bitip, bloğa konulacağını bile bilmiyorum daha. Şimdi, Berlin’e doğru giden bir trenin içindeyim. Varış noktam İzmir.
Şu an verdiğim bir kararla, bu mini bir yazı dizisi olsun… Bugün, 21 Ekim 2017, Cumartesi ve yazmaya başladım. Şu an ne hakkında yazacağımı tam olarak bilmiyorum, ama birlikte keşfedeceğiz…  

Derler ya, gecenin en karanlık anı şafak sökmeden hemen önce yaşanır. Bir anda dünyanın nasıl aydınlandığına şaşırır insan. Sanırım, bu anlardan çok yaşıyoruz. Bazen büyük beklentilerle bir işe başlıyoruz. Mesela, geçen sene bu zamanlarda, aylardır arayıp, sonunda bulduğum bir iş olmuştu. Sonunda Frankfurt’a taşınıp mutlu olacağımı düşünüyordum, orada büyük bir mimarlık firmasının tasarım bölümünde çalışacağımı düşünüyordum. Ama iki hafta sonra kendimi, yine böyle bir trenin içinde geri dönerken buldum. Bu kararı kolay almamıştım, ama kararımdan emindim.

Şimdi ise, belki uzun zaman değil ama aylardan beri yatırım yaptığım, olması için çaba gösterdiğim, bir ilişkinin bitme noktasına gelmesi üzerine, yine böyle bir trenin içinde, benzer duygularla gidiyorum. Duyguları kontrol etmek gerçekten çok zor, insan mutlu olmak için çaba harcıyor. Belli mutlu anlara dönmek için, çaresizce şeyler yapabiliyor. Sonunda herkes mutlu olmak istiyor, evet… Çok bilinen, çok söylenen ama yapılması da bir o kadar zor olan bir durum ile karşı karşıyayım. Mutluluk, gerçekten kendini ve anı sevmekle mi başlıyor acaba? Peki, bu hep söylenen, insan kendini sevmeli, kendi ile mutlu olmalı gerçekte ne demek? Çok ucu açık, soyut değil mi? Bu yüzden bu soruyu biraz kendime döndürmeliyim, sorum şu; ben nasıl mutlu oluyorum?

Yani, ben sürekli, bir iş başarmayı, bir amacımı gerçekleştirmeyi bekledim mutlu olmak için. Hep hayallerim vardı, kimin yok ki! Kimisi gerçekleşti, kimisi gerçekleşmedi… Böylece, mutluluğun, umut ettiğim, hayal ettiğim, bazen uğruna çalıştığım şeyin gerçekleşmesi ile bana gelmesini bekledim. Ve odaklandım, mutluluğu, o an hayattan ne bekliyorsam, ona odakladım. En kötü senaryo ile, beklediğim şey gerçekleşmedi ve ben, mutlu olmak yerine, bir hayal kırıklığının içine düştüm. Ortalama bir senaryo ile, hayal ettiğim veya uğruna çalıştığım şey gerçekleşti, bu beni bir süre mutlu etti, ama beklentilerimi karşılamadı, burada hayal kırıklığı ve aradığını bulamanın verdiği huzursuzluk ve tatminsizlik duygusu ile hırçınlaştım. En iyi senaryo ile, evet beklediğim şey gerçekleşti, ve gerçekleşme anı, gerçekleşme anından sonraki bir süre mutlu oldum, etrafımdaki şeylerin tadını çıkarmaya baktım, ama insanın hayattaki amaçları tükeniyor mu? Yeni bir amaç, beklenti, yani mutlu olacak yeni bir şey arayışına girdim. Bu noktadan bakıldığında, benim mutluluk anlayışım tek boyutlu. Yani tek bir amaca bağlanmış mutluluk… Böylece, ya hayal kırıklığı yaşıyorum, ya tatminsizlik duyuyorum, ya da kısa bir süre için mutlu olup, ve yeniden bir arayış ve bekleyiş başlıyor.

Tek boyutlu mutluluk diyagramı, evet sonuçta hala mimarım..


Ayrıca, çoğu zaman bu bekleyişin içinde gelebilecek başka mutluluk olanaklarına kör oluyorum. Çünkü, ancak ve ancak odaklandığım amacın gerçekleşmesi beni mutlu edeceğine inanıyorum. Peki, bu durum ilişki içindeyken nasıl kendini gösteriyor? Bu durumda da karşımdaki insandan, kafamdaki bazı kalıplara uymasını, ve benim bazı beklentilerimi karşılaması durumunda mutluluğun gerçekleşeceğine inanıyorum. Şimdi böyle söyleyince kulağa doğru gibi geliyor. Evet, her insan ilişkisinde bir takım beklentilerinin karşılanmasını ister, bundan doğal ne var! Fakat, benim durumumda bu daha çok, belli durumların tekrarlanması ve onaylanması üzerinden geçiyor. Mesela, her sabah araması gerekiyor, eğer aramazsa bu büyük bir mutsuzluk sebebi. Çünkü mutluluk, ilişkide olma durumundan, sevmek ve sevilmekten değil; partnerimin bir takım durumları, adeta görevleri, yerine getirmesi ile geliyor. Böyle bir ilişkide, benim sürekli bir mutluluğu yakalama olasılığım nedir? Çok düşük değil mi? Ayrıca, mutluluk anlayışım tek boyutlu olduğu için, bütün hayatımdaki tatmin tek bir noktaya, o an ilişkide olduğum kişinin belli davranışları sergilemesine bağlı kalıyor. Yüzlerce kez bu davranışlar sergilense de, her zaman sergilenme ihtimali nedir? Ve benim mutlu olma olasılığım nedir?


Peki, çok boyutlu bir mutluluk var mı, varsa nedir? Herhalde, tek boyutlu mutluluk anlayışını tersi olmalı… İlk önce akla gelen birden fazla amacının olması gibi geliyor. Ama sanırım öyle değil, çünkü görüldüğü gibi, tek boyutlu, yani (yakın veya uzak) gelecekteki bir amacın gerçekleşmesi ile beklenen mutluluk, sonunda, kısa soluklu mutluluklar dışında, hayal kırıklıkları ve tatminsizliklerle dolu. Bu durum, insanın kendini sürekli eleştirmesine, neden mutsuzum, nerede yanlış yaptım duygusu ile kendini yıpratması neden oluyor. Elbette ki, insanın hayattan beklentileri, hayalleri, istekleri, amaçları olacak. Ama her zaman, insanın bunlara ulaşması çok kısa sürede olmuyor ve bazen ne kadar uğraşsa da ulaşamıyor olabilir. Bu yüzden, insanın mutluluk anlayışının, doğrusal bir şekilde bu beklentilerinin karşılanmasına bağlı olması yerine, daha karmaşık bir yapıya dayanması gerekiyor. Aslında bir bakıma insanın, basit yapılı mutluluk kavramı yerine daha karmaşık bir mutluluk kavramı geliştirmesi, onun daha mutlu bir insan yapıyor.  Bununla neyi kastediyorum; çok katmalı, irili ufaklı, çok odaklı bir mutluluk kavramından bahsediyorum. Peki bunu daha çok açıklayabilir misin derseniz… Ben de tam olarak, bilmiyorum. Bilseydim zaten, bu durumda olmazdım. Bu yüzden, önümüzdeki bir hafta, çok boyutlu mutluluğun ne olduğunu aramaya ve anlamaya çalışacağım.. 

Wednesday, January 13, 2016

Selanik Göçmeni Van Kedisi

Bir türlü Blog yazısı yazamayan kızın dramı…

Halbuki, önceden Word sayfasını açtığı gibi, sayfa kelimelerle dolardı. Neredeyse 1 senedir, belki de 50’den fazla Word sayfası açtı, hep de yazdı, bazen bir bazen iki hatta üç sayfa yazdığı bile oldu. Ama sonunda hep, yazdığı her şey çok anlamsız geldi. Bir türlü de yazdığı şeyleri bitiremedi. İlhamı gitmişti.

Ulan bundan önce ne yazıyordun, biz de okuyorduk da, ilhamım gitti diyorsunuz belki de. Evet haklısınız, ne yazıyordum ki, ama ne bileyim, yazmaktan zevk alıyordum, kendi kendime gülüyordum veya içimi döküyordum, işte o yazıları da çat diye bloğuma koyuyordum. Ama uzun zamandır, yazarken kıkır kıkır gülmüyorum, ya da oooh rahatladım demiyordum.

Blog yazmak, evet dün gece biriyle konuşurken, bu konudan bahsettik. Önce web sitesi yapmaktan bahsediyorduk, sohbet şöyle geçiyor;
-Evet, evet web sitesi yapmak lazım çok profesyonel oluyor öyle…
-Doğru ne uğraşcaksın, pdfi sıkıştır, çözünürlükten kıs falan, çat diye koyarsın linki isteyen bakar.
-Bence de. Ama ciddi olmalı, mesela benim eskiden bloğum vardı ama çok saçmaydı, işte yazdığım yazılar, öyle hayatla ilgili falan onlar vardı, şimdi çok utanıyorum, dedi arkadaşım.
Ben de önce güldüm falan, sonra dedim ki kendi kendime, ulan saçma sapan düşüncelerini yazmak o kadar eğlenceli ki, zaten herkesin yazdığı yazı saçma olabilir, yeter ki doğru açıdan bak, hemen arkadaşıma döndüm;
-Ben de hadi ya, benim de var öyle bloğum çok da seviyorum, hala yazıyorum dedim.
Artık bana ayıp olmasın diye mi, yoksa önce bi cool görünmek için artık öyle şeyler yapmıyorum deyip, karşısındakinin de aynı şeyi yaptığını öğrenince rahatladığından mı bilmem arkadaşım da;
-Yaa evet aslında, çok haklısın, ben de çok seviyorum, dedi.
Sonra cidden düşündüm, bu blog benim için gerçekten çok önemli. En azından, kendimi ifade edebildiğim, istediğim gibi konuşabildiğim bir yer. 

İnsanlar ne garip, yapmadığı bir aktiviteyi yapıyormuş gibi davranmak zorunda sosyal olarak kabul görmek için;
-Evet her gün mutlaka gazete okurum, özellikle de köşe yazılarını. (pazartesi, Salı, gazete okumadı, Çarşamba başlıklara şöyle bir baktı, Perşembe gazete okumadı, Cuma facebookta paylaşılan bir haber linkine tıkladı, cumartesi herhangi bir entellektüel yazı okumadı, Pazar günü hiç bir şey okumadı)
Ve de yaptıklarını yapmıyormuş gibi davranmak zorunda;
-Yok abi, facebook’la aram yok ya benim, öyle çok kullanmıyorum. ( günde ortalama 5 kişinin profili hunharca incelenir)
Kabul görebilmek için, yaptığımız şeylerin tam tersini söylüyoruz. Hep derler ya, klişe bir söyleyiş, ya olduğun gibi görün ya göründüğün gibi ol diye. Yani aslında tam tersi daha geçerli sosyal dünyada, olmadığın gibi görün, göründüğün gibi olma. Tek altın kural! Biraz yalan, her zaman iyidir mi yani, olabilir. Bunu yapamayan insanlar zaten, toplum tarafından dışlanıyor, sen ben dışlıyoruz bu insanları. Mesela birini düşünün bayağı olduğu gibi biri, içi dışı bir, yalanı yok, hepimiz nefret ederdik bu insandan, ediyoruz da.
-Aslen Selanikliyiz abi, gözler ondan böyle renkli...

Hani bazen şöyle bir cümle kuruyoruz ya, insanları anlamak çok zor diye. Merak ediyorum, acaba hiçbir köstebek, köstebekleri anlamak çok zor diye düşünmüş müdür? Ya da ne bileyim, hiçbir kedi olduğundan farklı görünmeye çalışmış mıdır, düşündüm kedinin farklı görünmeye çalışmasına örnek vermek için, aklıma gelen örneklerin hepsi gerçekten çok saçma geldi. Düşünemiyoruz bile bunu! Doğa da herkes kendi işine bakıyor, kediyse kediliğini yapıyor, işte faresini avlıyor, çöplerin içinde dolaşıyor, ev kedisiyse koltukları yırtıyor, köpek köpekliğini yapıyor, bundan da gocunmuyor. Hiçbir işçi arı, aslında ben kraliçe arı olacak puanı almıştım ama hesaplamada yanlışlık yapılmış, puanım ondan düşük geldi, işçi arı oldum demiyor. Ya da  hiçbir Van kedisi, abi aslında benim dedemler Selanikli, oradan gelmişiz yani aslen, Van’la bi ilgimiz yok, sonradan buraya yerleşmişiz demiyor.
Fakat insanlara bir bakın, hep bir değişim içinde, 20 sene önceki gibi yaşamıyoruz hiçbirimiz. Halbuki karıncalar yüzyıllardır aynı, içlerinden hiçbiri çıkıp da, ben daha bireysel yaşayacağım; karınca kolonisinde özelim kalmadı, psikolojim bozuldu, demiyor mesela. Yaşam biçimlerini delikanlı gibi bozmadan bir kural içinde yaşayıp gidiyorlar.

Ama biliyor musunuz, bu bloğa ancak bir karınca kadar samimi ve doğal yazdığım yazılarımı koyuyorum. İşte demek ki uzun zamandır; o sadeliği yakalayamamışım, o yüzden hiçbir yazım bitmemiş, beni tatmin etmemiş. 2016’nın ilk yazısı hayırlı uğurlu olsun.


Monday, May 04, 2015

Hikayenin Sonu...



Sondan başlayalım.
İronik oldu değil mi...
Bazı hikayelerin başı olduğuna, gelişmesi olduğuna ve sonucu olması gerektiğine inanırsınız. Ama bir noktaya gelirsiniz ki, aslında, ne giriş, ne gelişme var... Sadece, cümlelere dönüşemeyen kelimeler yığınıymış bu hikaye... Ben... Anlıyorum... Haklısın... Ama... Lütfen... Neden?.. Seni... Sen... Bilmiyorum... İşte böyle...
Karşılığı ise;



Bu boşluk...


Kalem elinde yazarken ne kadar anlamsız olduğunu görüp, yine de bir türlü yazmayı bırakamamaktı hikayemiz. Özne ise hiç bu kadar tekil olmamıştı.
İşte bu yüzden, bu anlamsız "hikaye"nin sonu, bir giriş. Uzun süre doğru kelimeleri bulmaya çalışmaktan, bulamamaktan, bir türlü cümleye başlayamamaktan, başlayıp bitirememekten yorulan yazar ise, bu sonbaşlangıcı, devrik de olsa cümlelerini bitirerek, bozukluklarla dolu da olsa derdini anlatarak yazmaya başladı.

İlk yazdığı şu oldu:
Hikayenin daha giriş cümlesindeyken, edatı gizli özne sanmıştım. Halbuki edat tek başına hiç bir şey ifade etmiyordu, onu aldım, kendi kelimelerimin yanına koydum, bir anlamı olsun diye. Tek başına bir anlamı yoktu. Tek başına bakmaya korktum, bir türlü koyamadığım noktaların hepsi virgüllere dönüşürken, gizli özneyi aradım. Sonunda, kötü metaforlarla dolu bu paragrafı yazdım.





Sunday, May 03, 2015

Bazen Sadece Mecidiyeköy'e Gitmek Lazım



Yine Umut Sarıkaya'dan bir karikatür ile birlikte

Uzun zamandır bir türlü yeni yazı yazamıyordum. Denemedim değil, milyonlarca yazıya başladım, ama bir türlü sonunu getiremedim. İstanbul'da değildim, artık, yaşadığım yer, sevimli bir Doğu Almanya kasabası. Hayat, çok farklı akıyor burada. Neden mi, etrafındaki insanlar, yaşadığın şeyler, şehrin koca gürültüsü patırtısı olamadan, olduğundan çok daha büyük çok daha konsantre geliyor insana. Ya da en azından bana öyle geliyor. O yüzden, hayatında bir şeyden dolayı mutsuzsan, bu mutsuzluk, o kadar yoğun bir şekilde seni etkiliyor ki, kendine gelemiyorsun.
Geçenlerde bir arkadaşım beni ziyarete geldi. Çok yazık, bu yazıyı okuyamayacak, çünkü Türkçe bilmiyor. Onu, çevre kentlerden birine götürdüm. Sokaklarda geziyoruz, etraf cıvıl cıvıl, dar sokaklar, kanallar, kanalın üstünde kafeler, sokakta müzisyenler, pastanelerden insanın burnuna zaman zaman gelen vanilya kokusu... Herşey o kadar güzel ki... O ortamda insan (ya da ben) hayat hakkında, iş güç hakkında düşünmek istemiyor, daha çok düşünmek istemiyor, hissetmek istiyor. Yani, kanalın üstünde bir kafede otururken, evet neo liberal ekonomi artık çöktü, bunun nedenleri de, diye başlayan cümleler gelmiyor insanın (ya da benim) aklıma... Daha çok yanımda biri olsun, onun elini tutayım istiyorsun. Bu noktada, eğer yanınızda biri yoksa, orta Avrupa'nın en fazla üç katlı, dik çatılı, cephesi süslemelerle dolu, renk renk yapılarıyla çevrili kent meydanları, kanalların üzerinden geçtiğiniz sevimli köprüleri, cıvıl cıvıl hali, sokak müzisyenleri falan inanın ki hiç yardımcı olmuyor. İşte o anda, yahu ben Mecidiyeköy'de olmak istiyorum diyorsun.
Mecidiyeköy'de, o gürültünün, kalabalığın içinde olmak bambaşka bir deneyim! Trafik, otobüslerin üst üsteliği, bir türlü yaya geçidi bulup karşıya geçememek, kentin bütün çarpıklığını üstünde taşıyan binalar, düzensizlik, kimliksizlik... İşte bütün bunlar, sizi düşünmeye itiyor, o kadar çok sorun var ki, kafan sürekli çalışıyor, hissetmek değil, düşünmek istiyorsun... Bırak yanında birini istemeyi, varsa bile ondan nefret ettirecek bir kaosun içindesin. En azından ben böyle hissediyorum. İşte bütün bu kaos, benim ilhamımmış meğerse, burada süngüsü düşmüş bir asker gibiyim...
Çünkü, burada parkta dolaşmakla, Mecidiyeköy'de çevre yolunun kenarında yürümek aynı şey değil, sende uyandırdığı duygular/düşünceler bambaşka. Orada, ben belediye başkanı olsam, ne var ki, şurada bir düzenleme olsa, nasıl yapmazlar, ne kadar da para yiyorlar, zaten bu Türkiye hep bu yüzden bu halde, bu insanlar niye hala oy verir, diğeri daha mı iyi sanki, hepsi aynı, yok yok adam olmaz bu ülke diye düşünüyorsun ister istemez. Ne güzel, oh, bak bütün kişisel dertler unutuldu gitti... Oh ne rahat!!!
Ama Avrupa'dasın, hava azıcık ısınmış, yemyeşil park, hava parlak, nehirde kuğular, kuşlar cıvıl cıvıl, ne düşüneceksin, hiç bir şey düşünmeyeceksin tabii... Her zamanda yanında arkadaşların olamaz ki, mutlaka keşke yanımda daha özel hissettiğim birileri olsaydı diyecek, neden yok ki diyeceksin, sonra cevap arayacaksın ve hadi önceden cevapları buldun, eğitimsizlik, aç gözlülük, fakirlik vesaire vesaire ama buna verecek bir cevabın da yok... Neden biri yok, yok işte çünkü... Bu da canını sıktı, hadi iki ağaca baktın, kuşu dinledin, rahatladın, ama nereye kadar?
Şu an ihtiyacım olan vanilya kokusu değil, egzoz kokusu, içinden nehir geçen yemyeşil bir park değil, refüjleri eğrilmiş bir çevre yolu, el ele tutuşan mutlu insanlar değil, ellerinde torbalarla bir yere yetişmeye çalışan mutsuz insanlar... Kısacası Mecidiyeköy... Oh ne duygu kaldı, ne birşey... Kafan dolu, için rahat, bir gün daha geçti gitti!!
Keşke şimdi Mecidiyeköy'de olsaydım, belki o zaman biraz mutlu olurdum... Bu cümleyi belki tarihte ilk kez ben kuruyorum ama, evet kesinlikle ihtiyacım olan şey bu!


Thursday, January 29, 2015

5 Otobüsü...

Bugün hep yaptığım şeyleri yapmadım.
Aynı yollardan yürümedim.
Aynı şeyleri almadım.
Aynı otobüse binmedim.

Biliyordum elbet, başka yollar olduğunu.
Ama denemek istemiyordum, bildiğim yoldan gitmek istiyordum.
Aynı yolu gidip gidip geri dönmek... Biliyorum her zaman girdiğim o sokak, çıkmaz bir sokak. Ama her seferinde, umutlanıp tekrar tekrar giriyordum, belki bir yere çıkıyordur diye. Ama her seferinde, tuğlalarla örülü cepheler, karanlık pencereler, bazen insanlar görüyorum; dünyada bakılabilecek en ilgisiz şekilde bana bakıyorlar... Bir kapı arıyorum; belki büyük çöp tenekelerinin ardında bir kapı vardır... Ama yok... Her seferinde geri dönüyorum. Her geri dönüşümde daha da bezgin oluyorum.
Uzakta başka yollar görüyorum... Ama aklım o çıkmaz sokakta kalıyor, önünden geçerken yine kendimi durduramıyorum.

Ama bugün, oraya gitmedim.
Çoktan yenilmiştim zaten...
Kabullenmek istemedim...
Ama bu kez, kabullenmek hoşuma gitti.
Bu duyguyu sevdim, hafifledim ve,
Başka bir yoldan döndüm...
Hala yürümeye devam ediyorum...
Uzakta kaldığını hissediyorum...
Uzaklaştığımı hissediyorum...
Uzaklaşmak hoşuma gidiyor...





Thursday, January 08, 2015

Bildiğin Armut...


Ben o kadar yaratıcı bir insanım ki, bazen bu kadar yaratıcı olmasaydım keşke diyorum. Çünkü kafamda insanlar yaratıyorum. O insanların, gerçekleriyle eşleşmesini bekliyorum. Olmadığında da üzülüyorum. Tekrar tekrar başa dönüp, bir daha bir daha kontrol etmek istiyorum. Ama, cık! Yok arkadaş, o yarattığın kişi o değil. Değil!
Yok, görüyorum da, görmüyor veya anlamıyor değilim. Bile bile lades benimkisi...

Mesela, elma değil, armut...

-Ama belki sarı bir elmadır, olamaz mı?
-Ama şekli elma değil, böyle elma mı olur?
-Belki, deforme olmuş bir elmadır, çok hormon kullanıyorlar, hep ondan oluyor!
-Peki kesip, bakalım... Eee, bu basbayağı armut işte bak!
-Evet, armut belki, ama belki de elma olmak istiyordur...

Aslında bildiğin armuttu ve armut olmaktan çok mutluydu. Elma olmayı umursamıyordu. Hiçbir zaman elma olmayacaktı. Bunun için hiçbir çabası ya da isteği de yoktu.

Bir armutun elma olmasını beklemek kadar saçma birşey olabilir mi?!
Ne kadar, bakarsan bak, ne kadar onun elma olduğunu hayal edersen et, ne kadar düşünürsen düşün, ne kadar kırmızıya boyarsan boya, o bir armut! Hep bir armuttu, bir armut olarak da kalacak...

Peki, bu durumda, bir armutun elmaya dönüşmesini beklemektense, artık onu elimden bırakman gerek miyor mu?

Evet...

Şimdi, sakince armutu elinden bırak,
Arkanı dön,
Ve bir daha geriye dönüp bakmadan yürümeye başla...

Kim bilir, belki ileride kafana bir elma düşer ve işte o zaman keşfedersin...

Bonus olarak, Umut Sarıkaya'dan gelsin:





Tuesday, December 16, 2014

"Mesajlaşamadığımız" için mi "Mailleşiyorduk"?

Bu hayatı biz mi seçmiştik, yoksa bu hayat mı bizi seçmişti?

Bunu bilmiyorduk... Sanat, politika, mimarlık, felsefe derken, yüksek lisans, doktora planları arasında, hep bir şeyin eksikliğini hissettik. Aslında, düşünülenin aksine, kariyer için birilerini bırakmamıştık... O zaman durum tam tersi miydi? Birileri olmadığı için mi kariyer yapıyorduk! "Mesajlaşamadığımız" için mi "mailleşiyorduk"?

Her özgeçmişi iyi olanın aşk hayatı kötü değildi elbette, ama onlar da ayrı bir konuydu. Hayat bazılarına fazla gülüyor, onlara yeri gelince daha arabesk ve isyankar bir perspektiften bakarız.

Şimdi gelelim konumuza, efendim bu kızlar niye yalnız?? Oysa ki, güzeller, akıllılar, eğlenceliler, yetenekliler, nedir yani? Bunu hiçbir zaman bilemeyeceğiz sanırım. Çünkü mantıklı bir açıklaması, denklemi yok. Olsaydı, ne harika olurdu, onu da çalışır yapardık. Şimdi bir bilinmezin içinde sürükleniyoruz.

Hiç düşünmeyeyim desen olmuyor, düşünüyorsun. Peyniri düşünmeyeyim mesela, o kolay! Her an peynir konuşulmuyor, peynir görmüyorum ki. Ama şöyle olsaydı, her arkadaş ortamında, aa bugün bir peynir yedim, şlop şlop ( ağız şapırdatma sesi), off çok nefisti, nasıl ağızda dağıldı, tadı tuzu nasıl da yerindeydi, o kadar da taze ve lezzetliydi ki muhabbetleri dönse, herkes her yerde peynir yese, ben de sorsam ki, nereden aldınız bu peyniri yahu gidip alayım ben de yiyeyim sizin gibi (ki peynir alınabilir), cevap da şöyle olsa, yok almadık ki, parayla satılmıyor bu, bi baktık, dolaptaymıııış, yedik biz de... O zaman o peyniri her gün nasıl düşünüyorsun gör bak. Aynı şey işte!

Sonra gidip çok ilgisiz birinden, arabesk müzik duyduğunda, yaa aslında dolmuşçular haklıymış, dinlenebiliyormuş bu müzik de, diyecek kadar çok hoşlanabiliyorsun. Ya da ne bileyim, artık takıntı mı oluyor, nedir... İşte ondan sonra, gelsin her yanındaki kızla kendini karşılaştırmalar, gitsin kıskançlık krizleri falan... Neden ki? Belki de insan, her zaman bir onaylanma peşinde koşuyor, ne bileyim bir çeşit bürokratik bir işlem gibi, bütün belgelerimin imzanlanması gerek sanki...

Yazımın girişi, gelişmesi tamam olduğuna göre, isyan bölümüne geçebilirim, buyurun dostlar:

Eğitim, iş, sosyal çevre, aile tamam da, tek bir yer eksik... Arkadaş, en uzun kuyruk da hep orada mı olur, yıllardır bekliyorum, sıram daha gelmedi! Memurlar emekli oldu, Bodrum'a taşındı, organik tarım yapmaya başladı, ben hala kuyruktayım... Bişey değil, habire de kaynak oluyor kuyruğa! Daha dün barbie bebekle oynuyordun kızım ne ara önüme geçtin sen yahu, demeye kalmadan, 10 kişi daha önüme geçiyor sanki...

İşte öyle bir şey...